Nurittin Günay
nrttngny@gmail.com
İyi Saatte Olsunlar
20/11/2020 İyi saatte olsunlar geliyor bazen bana. Epey de kalabalık geliyorlar. Genellikle çok uzun kalmıyorlar ama kaldıkları anı dolu dolu yaşıyoruz birlikte. O kadar hoş sohbetleri var ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Spontene gelişen konularda uzun uzun konuşuyoruz. Tek bir kusurları var hiç de ciddi değiller. Çok lakayt, anında gevşeyen, işi dalgaya vuran bir tavırları var. Yalnız içlerinden bir tanesi çok ciddi. Kalabalık geldiklerinde hiç sohbetlere katılmaz sadece dinler ve izler. Ama fırsatını bulunca yalnız gelir. O yalnız geldiğinde ben nedense hep korkarım, endişeli olurum. Bu yüzden o konuşur ben dinlerim. Arada bir emme basma tulumba gibi kafamı öne doğru indirip kaldırarak söylediklerini tasdik eder, hı, evet, öyle gibi kısa cevaplarla geçiştirmeye çalışırım. Onun da buna çok sinir olduğunu fark ediyor bir gün çarpacak diye korkuyorum. O da bu korkumu fark ediyor ama benim bu korkumdan zevk aldığından anın tadını çıkarıyor, konuşmasını uzattıkça uzatıyor. En son geldiğinde yine onu sinirlendirdiğim bir anda adeta burnumdan fitil fitil getirmişti de sesimi bile çıkaramamıştım. Zaten hep o konuşur ben dinlerdim. Sırtını Toroslara yaslamış nazlı bir gelin gibi süzülen Akdeniz’in üzerinde mehtabın aksini, yakamoz parıltılarını ve hafif esen rüzgârın etkisiyle kıyıda oluşan köpüklerin oluşturduğu huzur veren görüntüyü izleyen bir kasabada, kasabaya göre son derece eski virane bir evde, mısırımı patlatmış, çayımı demlemiş televizyondaki aksiyon filmini izlemek için televizyonu tam karşıdan gören divana uzanmıştım bana en son geldiğinde. Sol yanımdaki boş sandalyeye oturdu. Ne kapı vurma vardı, ne de izin isteme gelmek ve oturmak hatta konuşmak için. Allah’tan yiyip içmeleri yoktu. Yoksa yetmezdi çayım, mısırım. Kısa boylu, sarkık göbekli, sürekli somurtan, kendini beğenmiş bir yapısı vardı. “Sen kendini çok yıpratıyorsun, kendinden çok başkalarını düşünüyorsun.” diyerek nasihat çekmeye bile kalkmıştı. Haksız da değildi aslında ama ne yapabilirdim ki? “Ben Allah’ın emir ve buyruklarını yerine getirmeye, İslam’a göre yaşamaya çalışıyordum gücüm oranında. Keşke daha çok bilseydim de daha çok yol gösterseydim, ışık olsaydım aileme, öğrencilerime ve diğer insanlara. Nihayetinde ben bu sahil kasabasında çalışan bir öğretmenim. İnsanlara yol göstermek benim görevim. Vicdanım da, aklım da böyle yapmamı söylüyor.” dedim ama keşke demez olaydım. Vay sen misin bunu söyleyen? Başladı nutuk çekmeye. Efendim Allah herkese bir beden, bedenin üstünde bir kafa, kafanın içinde de bir beyin vermiş. Herkes kendi bedenini, kafasını, beynini kullanmalı, kendi işini kendi yapmalı, kendi ekmeğini kendi kazanmalıymış. Doğru ama her kul kendi kaderini kendi çizer ve Allah herkesi bir kader üzerine yaratmamış mı? Ayrıca herkes iyi, herkes zengin, herkes sağlıklı, herkes mutlu olursa herkes birbirine her yönüyle eşit olursa nasıl öğreneceğiz birtakım duyguları. Nasıl yaşayacağız yardımlaşma gibi, sevmek, sevilmek gibi bazı güzellikleri. Nasıl kuracağız zengin ile fakir arasındaki bağı, nereden bileceğiz güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü? “Hayır.” dedi. Yanlış düşündüğümü kanıtlamak istercesine öylesine ciddi bir duruşu, bakışı ve konuşması vardı ki mecburen ikna oluyorsun. Yoksa uzayıp gidiyordu nasihatler, nutuklar. Çok rahatsız oluyordum bu durumdan. Kurtulmam lazımdı bu başımın belasından ama nasıl? Sıcacık yuvamda yorucu bir günün ardından evimin önündeki küçücük bahçemde yetiştirdiğim taze fasulye, esmer bulgurdan yapılmış tereyağlı pilav ve cacıktan oluşan akşam yemeğini yiyip semaverde pişirilen çayı yudumlayıp rahatlamaya çalışırken geldi yine benim davetsiz misafirler. Hepsi bir arada gelmiş yine ortalık curcunaya dönmüştü. İçinde bulunduğum bu can sıkıcı durumdan kurtulmak ve rahatsızlığımı belirtmek için “Siz neden tek tek gelmiyorsunuz ara sıra şu somurtan arkadaş gibi.” deyiverdim muzipçe sanki ağzımdan kaçırmış gibi. Hepsi birden sustu ve bütün gözler somurtana çevrildi. Somurtanın başı önde suçlular gibi ama ben biliyorum ki bana karşı çok öfkeli. Kalbim o kadar hızlı atıyor ki nefes almakta zorlanıyorum. Sonra bana “Emin misin?” diye sordular hep bir ağızdan. Kızgın oldukları belliydi yüzlerinden. Zaten beyazdılar ama şimdi daha da beyaz, bembeyazdılar. “Evet.” cevabını alınca benden, somurtanı da aldılar uzaklaştılar yanımdan. Sonra bir daha ne kalabalık ne de tek, hiç gelmediler. Galiba yasaktı onlarda birbirinden ayrılmak, ayrı takılmak. İfşa edince birini galiba kaçırdım hepsini. O gün bu gündür yalnızım. Ne gelen var ne de giden. İyi saatte olsunlar.
|
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Babamın Jübilesi - 12/10/2021 |
Zamansız yağan bir yağmur gibi Apansız geldi sorunlar Ve yakıp yıkmaya Ve yürekleri dağlamaya başladı acılar Ve fırtına öncesi sessizlikti ağıtlar |
Gülden - 28/03/2021 |
Adını gül koydum çiçeklerin en güzeli gülden |
Tarihin Tanıkları - 05/03/2021 |
Tarihin Tanıkları |
Yaprak Dökümü - 05/03/2021 |
Yaprak Dökümü |
Atasözleri - 19/12/2020 |
Atasözleri, halk kültürünün bir yansımasıdır. |
Yangın - 20/11/2020 |
Sadece ağaçlar mıydı, toprak hırsı ve rant uğruna cahilce, bilinçsizce çakılan çakmağın, atılan sigaranın, kırılmış camın çıkardığı, rüzgarla şiddetlenip harlanıp büyüyen; yeri çıplaklaştıran, göğü kirleten, ocakları söndüren, hayvanları öldüren.... |
Çocukluğumun Oyunları - 24/10/2020 |
Çocukluğum Mersin Antalya yolu üzerinde şirin bir kasaba olan Limonlu’da geçti. Evimiz yoldan dağlık kesime doğru eskiköy denilen yerdeydi. |
Kaderim - 03/10/2020 |
Bilmiyorum kaç çift vardır, yolları bizim gibi kesişen, hikâyeleri bizimkine benzeyen? |
Çaresizliğin Gözyaşları - 02/10/2020 |
Öykülü şiir |
Devamı |