Havva Yaşar
Tefekkür Üzerine Hasbihal
22/02/2017 "Oku!Yaradan Rabbinin adıyla oku" Bu ayetlerle başlıyor en sevgili (sav) aracılığıyla insanlara seslenişinde. Anlamını hiç okumasak bile, tilaveti ile gönüllere inşirah salan, müthiş kafiyeleri ile gelmiş geçmiş en büyük edipleri hayran bırakan kutsal kitabımızı gönderen yüce Allah, bu kadar özenle indirilmiş olan Kur'an in ilk ayetlerini neden bu şekilde seçmiştir acaba? -teşbihte hata olmasın - bir şair ilk mısraıyla etkiler insanları, bir yazar ilk cümleleriyle. Bir halının tamamı; ilk motifinde gizlidir, bir evin geleceği ilk temelinde. İlk çiçek haber eder gelecek olan baharı, sağanak; yağmurun ilk damlasında saklıdır. Peki, insanı her şeyin ilkine bu kadar anlam yükleyen bir varlık olarak yaratan Allah, göndereceği cümlenin İLKİNİ de ona göre seçmez mi? "Oku!" diyor Kur'an. "Yaradan Rabbinin adıyla oku" diyor. Peki, bu, bir besmele çekerek, bir kitabı okumak mı? Harflerin kelimelerde nasıl dizildiğini izlemek mi sayfalarda? Bu da olabilir... Her canlının dili vardır, her şeyin anlaştığı bir düzen vardır mutlaka. Ya kâinat? Kâinatın dili ne? Gözlemlerle okunabilir mi mesela, duyumlarla algılanabilir mi? Bir dedektif misali, bakılan her noktada Yaradanın mührü görülebilir mi? "Oku!" Diyor Kur'an "Oku!". "Yaradan Rabbinin adıyla oku" Azalarının hissettiği, beyninin algıladığı her şeyi onu anarak oku. Baktığın her zerre, sana Halık'ını hatırlatsın. Devam ediyor sonra : "O, insanı bir kan pıhtısından yarattı" diyor. İşte yeni bir sır... Bu üç cümle, sıralamayı öğretiyor bize. Önce 'gözlem', sonra 'kimin adıyla gözlemleyeceğimiz' ve ardından 'neyi gözlemleyeceğimiz' bildiriliyor. Yüzyıllardır insanlığın en büyük tartışması olan "yaradılış" konusuna son noktayı koyuyor ve onu kabullenemeyenlerin suratına bilimin 'b' si yokken, insanı Kendisinin (cc) yarattığının yanında, 'nasıl yarattığını' da sedid bir tokat gibi çarpıyor ve bir balyoz gibi indiriyor yumruğunu insanın uydurduğu her ihtimalin üzerine... Peki, düşmana korku salan bu sözler, dosta da bir çağrı sayılmaz mı? Elbette sayılır. Yaradılışı, yaratılan her şeyi, incelikleri, terbiye edici olan Rabbinin ismiyle oku, diyor Allah. Bakarken o niyetle bak her şeye... Hani en yakınından başlamak sünnettir ya! Biz de kendimizden başlayalım. Başlayalım lakin önce neyi anlatalım? Bir hücremiz için dahi, kütüphaneler dolusu eserler yazılabilecekken, biz nasıl bir kaç satıra sığdıralım? Şimdi okumaya başlama zamanı, kendimizi. Önce yüzümüzden başlayalım. Hemen alalım elimize bir ayna ve başlayalım o yüzün ardında gizli olan beynimizle, "yaradan Rabbin adıyla yaradılış"ı okumaya: Sahi beyin demişken; nasıl da korunuyor değil mi bu en yumuşak ve en değerli organımız, en sert tabaka ile? Kafatasımızda nice hikmetler olsa gerek. Ayna elimizde. İlk dikkatimizi çeken gözler... Hem yüzümüzdeki en değerli azamız. Burun, kulak, deri gibi azalar, göze nispeten daha âdi gelir insana. Şöyle bir bakalım: Birer çukurun içine koyulmuş gözlerimiz. Dışarıdan gelen anı bir darbede etrafı morarır ama göze hiç bir şey olmaz. Ya çukurda olmasaydı? O zaman nasıl olurdu sizce? Peki ya gözyaşımız, sadece duygularımıza tercüman olduğu için mi değerli? Göze mükemmel bir hareket kabiliyeti daha güzel nasıl kazandırılabilir ki? Mikropları temizleyen doğal anti bakteriyel sabun gözyaşlarımız... Peki ya kirpikler? Bir araba sileceği misali, aklımız nerede olursa olsun, ağzımız neyi konuşursa konuşsun, silip duruyorlar gözlerimizi. Temizliyorlar, kirlerimizi. Hele de o tehlike anında, hızlıca kapanma manevraları yok mu? Ne çok hasarlardan koruyor bizi. Gelelim kaşlara... Terlesek, yağmur yağsa veya başka bir şey; nasıl da tutuyorlar başımızdan aşağı süzülen her damlayı. Gözlerimizi gelebilecek zararlardan koruyan barajlar gibiler... Yine yüzeysel bir şekilde devam edelim aynaya bakmaya. Sıra geldi burnumuza... Nasıl da kusursuz duruyor yüzümüzde değil mi? İki göz arasına yerleştirilmiş bir duvar misali; bir göze zarar gelse dahi, diğeri hiçbir zarar görmez. Şimdi biraz içine girelim: İki adet delik karşılıyor bizi ilk olarak. Ne hikmettir ki; bu delikler ileride birleşiyor ve tekrar ayrılıyor. Biri tıkansa veya sorun olsa dahi, diğeri her ikisinin işlevini görebilsin diye. Sonra kıllar, burun kıllarımız; nasıl da süzüyorlar içimize çektiğimiz nefesi, havayı. Ya onlar olmasa? Aldığımız her nefes zûl olur bize. Peki ya mukus sıvısı? Hani şu iğrendiğimiz sümük? Kıllardan geçebilen her tozu, mikrobu yapışkanlık özelliği ile hapsediyor içine ve izin vermiyor mikrobun ilerlere kadar ilerlemesine. Bir peçete yardımıyla, anında sınır dışı ediyoruz tozları, mikropları daha hiç yol alamadan burnumuzda. Peki ya kokuyu almaya yarayan özelliğe ne demeli? Öyle bir ayırt etme yeteneği var ki burnumuzun, gözü olmayanlara göz görevi dahi görebilir çoğu zaman. Aldığı her kokuyu hafızaya alıp, istediğimizde sunar bize. Gözümüzü kapasak dahi, kokusundan kavun mu, domates mi, çilek mi anlar burnumuzla görürüz her şeyi. Gelelim ağzımıza... Hala bakıyor muyuz aynamıza? Dudaklarımız ne kadar güzel değil mi? İçerideki değirmeni örten perde misaliler. Peki ya olmasalardı? Eminim korkardık birbirimizden. Şimdi içeri giriyoruz... Dişler, her biri ayrı bir vazifeyle vazifelendirilmiş, bıçak seti misali karşılıyor bizi dişlerimiz. Isırırsak ön ile yeriz, çiğnersek yan ile çiğneriz. "Dişimize göre" diye bir tabir var hatta güzel Türkçe’mizde. Şimdi sıra dilde: Dişlerdeki artıkları temizleyen bir silecek mi diyelim bu kusursuz tasarıma, yoksa göz, kulak görevini görebilen tat tomurcuklarıyla bezenmiş gurme mi? Hiç görmesek, koklamasak bile biliriz ağzımıza atılanın ne olduğunu tadından. Peki ya konuşabilmeye ne dersiniz? Dil konuşsa; en büyük dil ineklerde var. " mö " sesinden başka bir şey söylediklerini duyan olmamıştır henüz. Demek ki, sırrın sahibi var... Kulaklardayız şimdi. Sesi toplayan bir kepçe misali değil mi? Ses dağılsa nasıl olurdu acaba? Duymak yine böyle kolay mı olurdu? İlerliyoruz içeri doğru. Bir sıvı sızıyor derinlerden; kulak sıvısı. İçerideki çalışma sisteminin tüm yıkama, yağlamasını yapmış, her mikroptan arındırmış, dışarı doğru sızıyor. Daha fazla derinlere girmeden burada bitirelim yolculuğumuzu. Şimdi zihin yolculuğumuz başlasın. Ne müthiş bir yaratılış değil mi, ne mükemmel bir tasarım? Ne büyük bir incelik, ne anlamlı bir sevgi... İnsan bunu eline bir ayna aldığında dahi, rahatça anlayabiliyor. Sanatkârın sanatını icra ettiği bir destan, insan yüzü... "ben kayıp bir hazineydim, bilinmek istedim" diyor Allah. Bildirmek için de olabilecek her şeyi önümüze seriyor. Bir aynada dahi neler anlatılabilir neler... Şimdi onu bilme vakti! Onu, onun istediği gibi bilme vakti. Kulak verme vakti söylediklerine. "ya açar bakarız Nazm-ı celil'in yaprağına, Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına. İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin; Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için! " M. Akif Ersoy Evet, kuran bu amaçlar için inmemiştir insanoğluna. İlk emri "oku" olan bir bildirinin içinde ne yazdığı merak edilmeden gerçek bir imana kavuşamaz insanoğlu. Elimizdeki bu değerli pusula, bize kendimizi bilmemiz için indirildi ve yüzyıllardır "yaradan Rabbinin adıyla" okunmayı, okuduklarımızla kâinatı okutturmayı bekliyor. Nice sırlar keşfedilmeyi bekleyen değerli kıtalar misali; fikir sahibi insanlar için gizleniyorlar, bu kutsal kitabın sayfalarında. Bize düşen; beynimizi asıl görevi olan fikir üretme meşgalesi ile bir an evvel buluşturmak ve ürettiğimiz fikirlerle, ufkumuzun fakirliğinden bir an evvel kurtulmak... Bakış acımızı biraz değiştirip, odağımıza "yaradan Rabbinin adıyla oku" emrini yerleştirdiğimizde şu büyük kâinat mescidinde, rahlesini önüne almış imam misali; kuranın bizlere kâinatı nasıl da tüm ayrıntılarıyla okuduğunu idrak edeceğiz, vesselam... |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |