Abdullah Küçük
abdullah.kucuk@hotmail.com.tr
Ev Hapsi Günlerinden
02/09/2021 Nasıl ki bir dostu özler, sırf sesini duymak için ara sıra telefon eder hal hatırını sorar ya da bir parkta veya bir kafede buluşur çay, kahve içer, yemek yeriz; bunun gibi bazı kitaplarımı da ara ara özlerim. Kitabı elime alır, onunla vakit geçirir, okşar, yapraklarını havalandırır, arka kapak yazısına göz atar, herhangi bir sayfasını, altını çizdiğim cümleleri okur, onunla hasret giderirken, birlikte geçirdiğimiz iki-üç günü anarım. Salgın döneminde eve kapanmaktan dolayı kitaplarla fazlasıyla haşır neşir oldum. Yıllar evvel okuduğum kitaplarla hasret giderdim ancak uzun süredir buluşup laklak edemediğim arkadaşlarımı özledim. Lakin kimseye de hadi buluşalım diyecek durumda değildik. Bu durumda dağa vuran o büyüleyici gün batımının renklerini seyretmeye, yürüyüşlere çıkarım. Aslında yürüyüşteyken iki dost görmeyi umut ederim ancak kendim de dâhil herkes maskeli olduğundan isteğim gerçekleşmez. Karşıdan gelen bir tanıdık, bir arkadaşsa, maskelerden dolayı selam veremeden gelip geçeriz, o vakit aklıma bir şarkı takılır, turuncu göğün manzarasına bakıp yürürken. Selam vermeden gelip geçersin/ Mahzun kalbimi delip geçersin/ Yeşil gözlerle süzüp geçersin/ Garip gönlümü ezip geçersin... Öylece salgın öncesi dünyaya gider, ‘ne çok görünmez maskelerimiz olurdu, insandan insana, ortamdan ortama, olaydan olaya değişen’ diye düşünür, Tanrı sırf bizi cezalandırmak, aklımızı başımıza getirmek için, “Takın şu gerçek maskeleri yüzlerinize, bari birbirinize saldığınız virüsten korunun!” diye herhalde mesaj gönderdi sonucuna varırım. Dünya gitgide tatsızlaşıyor. Gelecek olan hatta gelmiş bulunan dijital dünyada insanların daha da robotlaşacağını görür gibiyim. Hani Elon Musk’un boşadığı karısı, “Burası Elon’un dünyasıdır ve biz diğerleri orada yaşamaktayız” demişti ya... Tadı yok sensiz geçen ne baharın ne yazın şarkısındaki gibi bir yaşamın kucağına oturduk. Hani bir şiir vardı, sonu şöyle biten; Bütün sevdiklerimin adları gibi Adınız geliyor aklıma. Son yürüyüşlerin birinde güneşin batışını seyretmek için küçük bir parkın bankında oturup, bir grup kuşun gökte dolanıp durmalarına odaklandım. Gösteri kimeydi, grup grup dağılıp tekrar birleşmeleri ne içindi? Kuşlar güvercin mi, kırlangıç mı, sığırcık mı ne fark eder? Bir arkadaşım “Kuşların fotoğrafını çek, Google’ye okut, hangi kuş olduğunu gösterir,” dedi. Dedik ya, burası dijital dünya. Her neyse kuşlar gidip iki yüksek apartmanın damlarına, damların bacalarına kondular. İçlerinden biri -liderleri olabilir?- “Hadi çocuklar gün batıyor, siz oraya, biz de buraya tüneyelim” diye talimat veriyor olabilirdi anlamadığımız bir işaretle. Beklentim sonuçlanmadı, bir dostla iki muhabbet edemeden eve ve kitaplarıma döndüm. Elim ilk Vladımır Nabokov’un ‘Rua, Dam, Vale’ romanına gitti, kitabın önsözünü okudum. “Bütün romanlarımın en şenliklisi, şu hergelenin cingözüdür. Karmaşık ve esritici oluşumunu ne sürgün, ne yokluk, ne özlem etkiledi… Sürgün Rusların yayınevi ‘Slovo tarafından Korol,’ Dama, Valet adıyla yayımlandı. Yirmi sekiz yaşımdaydım… On yıl dolmadan konuksever, pişman, salkım salkım çiçek açmış bir Rusya’ya döneceğimizden emindik.” Tatlı bir hüzün çöktü omuzlarıma. Kitabı aldığım yere bıraktım. Çehov bir Ermeni kızını anlatıyordu bir hikâyesinde, onu hatırladım. Güzel bir kızdı, Çehov öyle anlatmıştı, ama kitabı bulamadım raflarda. Her neyse, hani insanda hüzün uyandıran güzellikler olur, bulanık bir hüzün. Bir yerde, bir toplulukta veya gemiden inen kalabalıklar arasında birini görürsünüz, yürüyüp gider, siz onun için bir hiçsinizdir. Öyle olması da normaldir. Hüzünlenir, yitirdiğiniz birini hatırlarsınız, görüşmenizin bir daha mümkün olmadığı... Çehov’un hikâyedeki kızı bende öyle bir hüzün uyandırıyordu. Coetzee’nin ‘Barbarları Beklerken’ romanını aldım elime, bir cümle takıldı gözüme. “Bu kadarla da kalmadı; bazen sevişmelerin ortasında öyküsünün akışını kaybeden bir öykücü gibi yolumu kaybettiğim tedirgin edici anlar oluyordu…” O an Nazım’ımdan bir cümle, “Ferhad usta, Ferhad usta! Bu güzellik niçin mahzun eder seni,” sözleri beynimi tırmaladı. Devrilen domino taşları gibi her öykü bir diğerini ittirdi. Hüznün ılık esintisi iyice çöktü omuzlarıma. Böyle anlarda iki romancı aklıma takılır. İlki Sabahattin Ali’dir. “Neden onu fazla yaşatmadılar ki?” Bu boynumu aşan bir sorudur. Sabahattin Ali’nin ‘Kürk Mantolu Madonna’sını okumadım. Memlekette okumayan bir ben kalmışımdır. Gırla yorum yapılmış. Gene de içimden gelmez ‘onu’ okumak. Onun bir “Uyku” hikâyesi vardır, çoğu kişi bilmez o hikâyeyi, çünkü sözü edilmez. Sözü edilmeyen ne çok güzellikler vardır. Sonra anlamsızca sinirlenirim, yüzüm düşer, kime kızdığımı bilemem, yeniden hüzünlenirim. Beni hüzünlendiren ikinci romancı Orhan Kemal’dir. Babasının hayatına ayrıca hüzünlenirim. Ruhum hüzün havuzunda yüzerken muhakkak Orhan’ın kitaplarından birini rafından alır, ortalarından birkaç sayfa okurum, ya sakinleşir ya güler ya da hiddetlenirim. Onun ‘Teber Çelik’in Karısı’ adlı bir hikâyesi var. Kadın bir başkasıyla yatarken “Kocam olacak o herif beni orospularla aldatıyor, parasını orospulara yediriyor!” diye öfkelenir. Bana göre Orhan Kemal konuşma dilini, yani sokağın dilini en yerinde yansıtan romancımızdır. Onun romanlarında eski mahalleler gözümde canlanır. “Yazmak işin tortusuydu sadece,” demişti Bukowski. Onun ‘Kadınlar’ adlı kitabından bir cümle: “Kalkıp mutfağa gitti. Yürüyüşünü seyrettim. Kadınları uzun elbiseyle yeğlemişimdir hep. Çok daha zarif görünüyorlardı. Oldukça klas bir hatuna benziyordu Nicole. İki bardak ve bir şişe şarapla döndü…” Bazen kimsenin hüzünlenmeyeceği bir cümle bizi hüzünlendirir, hani kimsenin gülmeyeceği bir film sahnesine güleriz, niçin güldüğümüzü kimse anlamaz… Öyle, bu cümle de beni hüzünlendirdi. Arada bir hüzünlenmek iyidir, kendimize gelir, toparlanır, en azından vicdanlarımız duyarlılaşır... Sararmış bir yaprağa bakıp iki damla gözyaşı döken insanlardan korkmayın, onlar hüzün uyandıran paragraflar gibidirler. Bu da böyle... |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Kitap Korkusu - 18/06/2021 |
Kitap korkusu öyle azımsanacak bir korku değildir... |
Sanatçıya Nasıl Bakılmalı - 25/05/2021 |
Necip Fazıl Kısakürek Anısına |
Ne Söylediğin Değil, Nasıl Söylediğin Önemlidir - 11/05/2021 |
Hayırlı bayramlar... |
Romancılar İçin Tarih Bilgisi Şart Mıdır? - 09/04/2021 |
Tarih bilgisi ve nesnellik |
Kabullendiğimiz Fikirler Kendimize mi Aitler? - 12/03/2021 |
Otobüste Unutulan Dergi |
Şaşmak Şaşakalmak - 10/02/2021 |
Şaşırmak-şaşırmamak, şaşmak-şaşmamaktan başka bir şeydir. |
Yazar mı? Yazan mı? - 22/01/2021 |
Mesele, biz yazalım, siz okuyunuz meselesi midir? |
Memleket Hikâyeleri - 30/12/2020 |
Refik Halit Karay |
Stephen King - 15/12/2020 |
Kabuslar Pazarı |
Devamı |