Bir dosya üzerinde hummalı bir biçimde çalışırken kendimi öyle kaptırmıştım ki çalan telefon bile kılımı kıpırdatmadı. Israrla çalarken çalışmamı yarım bırakan bu münasebetsiz kimdir diye merak edip yerimden kalktım. Arayan kafasında bitmez tükenmez dertleriyle beni meşgul eden dostum Berk idi. Telefonda uzun uzun konuyu anlatmasına izin vermeden buluşma teklifini kabul ettim. Alt tarafı birlikte bir çay içecektik. Öğleden sonra evden çıktım, aheste aheste yürüyerek buluşma yerine gittim. Hisarönü girişine geldiğimde ne kadar yavaş yürüsem de bunun boşuna olduğunu anladım. Çünkü arkadaşım, zaman konusunda oldukça lakayt bir insandı. Adam ortalarda yine gözükmüyordu. İçimden “Olsun sinirlenmeyeceğim, buranın tadını çıkaracağım,” dedim.
Hisarönü’nün dar girişinde öğleden sonra insanların gruplar halinde resmigeçit törenine benzeyen geçişlerini izlemek büyük keyifti. Sonbaharın sonlarına doğru hızla ilerlediğimiz bugünlerde ılık giden havalar insanların kendilerini daha çok dışarı atmasına neden oluyordu. Gelen turist kafileleri de buraya renk katıyordu. Çarşının otantik havası onları da etkisi altına alıyordu. İçlerinden bazıları yollarını gözleyen hanutçulara yakalarını kaptırmış, peşlerinden dükkânlara giderken, diğerleri karınlarını doyurmak telaşıyla önlerine çıkan ilk mekânı dolduruyorlardı. Gözlem yapma hevesimi biraz olsun giderdikten sonra yine Berk’i beklemeye koyuldum. Yirmi dakika geçtiği halde hâlâ gelmemişti. Başka zaman olsaydı hemen çeker giderdim ama beklemeyi tercih ettim. Çarşının girişinde köşede duran bir seyyar satıcı dikkatimi çekti. Dedem zamanından kalma açık mavi renkli bir triportörün üzerine yığdığı yeşillikleri satıyordu. Adama alıcı bir gözle bakınca yüreğim sızladı. Eski püskü, rengi solmuş ve bolarmış bir pantolon giymiş, paçalarını çoraplarının içine sokmuştu. Üzerine geçirdiği siyah kazağı başında siyah bir fötr şapka ile tamamlamıştı. Belki yıllarca zor koşullarda çalışmaktan, belki taşıdığı ağır hayat yükünden kamburu çıkmıştı. “Ben yazık senin gibi bir amca, evinde oturmalıydı,” diye sonuç çıkarırken o sanki Dünya umurunda değilmiş gibi görünüyordu. Üstelik insanlar yaklaşıp malıyla ilgilendiğinde oralı bile olmuyor, oturduğu tabureden kalkmıyordu. Müşteri ancak naylon torba alıp yeşilliği doldurduğunda ayağa kalkıyor ve parasını aldıktan sonra tekrar yerine oturuyordu. Parayla pulla alakası yokmuş gibi görünen bu satıcının oturduğu yerde çaba göstermeden satış yapması merakımı iyice kabartmıştı. Bu arada müşteriler yeşilliklerini mıncıklayıp kontrol ederken cebinden çıkardığı bir aynaya bakıp bakıp gülüyordu. Bir ara dudaklarını oynattığını görünce “Kendi kendine konuşuyor galiba,” diye düşündüm ve bir satış daha yaptıktan sonra sırf tanışmak için yanına gitmeye karar verdim. Tezgâhının yanına gittiğimde ebegümeci sattığını anladım. Amcaya çok yakın bir mesafede durduğum halde, beni fark etmemişti. Yine elindeki aynaya bakıyordu. “Hey baksana sen!” deyince boş bulunup “Bana mı diyorsun amca?” dedim.
Kafasını bile kaldırmadan “Ey haddini bilmez, haddini bil,” deyince üstüme alındım. “Amca müşteri böyle mi karşılanır?”
Hiç beklemediğim bir anda “Üstüne alınma…” diye karşılık verdi.
Bir ona bir de elinde tuttuğu aynaya bakarak neler olduğunu anlamaya çalışırken sordum. “Bana demiyor muydun?”
“Yok kardeşim… Seninle bir alakası yok. Kendimi ikaz ediyordum.”
Elinde tuttuğu basit, eski aynadan gözlerimi alamadan sordum. “Neden?”
“İnsan ilginç bir mahlûktur. Fazla boş bırakmaya gelmez yoksa fırsatını bulunca azar. Ben de burada işimi adam gibi yaparak kendime haddini aşma diyorum.”
“İşe yarıyor mu bari?”
“Denemesi bedava. Al…”
Aynayı kendiliğinden uzatınca şaşırdım. “Gerek yok amca, almam senin aynanı. Hem aynaya ihtiyacım yok.”
“Hemen karar verme. Hayrını gör…”
Daha fazla itiraz etmek amcanın fikrini değiştirmeyeceği için kabul ettim. “Peki,” dedim. “Hadi bana müsaade. Hayırlı işlerin olsun.”
İlginç görünümlü amca sağ eliyle şapkasını çıkarıp hafifçe başını öne eğip gülümseyerek selamladı. “Güle güle, yine beklerim.”
Elimde aynayla Hisarönü’nde kalakalmıştım. Aklıma yine Berk’in beni ektiği gelince arayıp hesap sormaya karar verdim. Telefonu açtım, ancak cevap vermedi. Kulaklarıma kadar kızardığımı ve yüzümün yanmaya başladığını hissettim. Sinirlenme emarelerimden kurtulmak için Kızlarağası Hanına yöneldim. İçeri girip şöyle bir avluya baktım. Bir ara içimden burada çay içme isteği geçse de vazgeçtim ve doğrudan hanın ikinci katına çıktım. Sakinleşmek için vitrinlere bakıp incelerken az ilerideki bir dükkânın önünde bizimkini görünce neye uğradığımı şaşırdım. Beni Hisarönü girişinde dakikalarca bekleten Berk burada karşıma çıkmıştı. Hesap sormak için yanına gittim. Elindeki tespihi bir adama uzatmış, bir şeyler anlatıyordu. Beni daha görmemişti. Hiç çaktırmadan usulca arkadan sokuldum ve telefonuma bakıyor gibi yaparken anlattıklarına kulak verdim. Meğer tespihini tamir ettirmeye çalışıyormuş. Konuşması bittikten sonra sertçe dürttüm. “Ne oluyor lan!” diye tepki vererek arkasını döndüğünde benimle yüz yüze gelince rahat bir tavırla “Birader erken gelmişsin. Üç buçukta buluşmayacak mıydık? Beklemekten ağaç olmuşa benziyorsun,” dedi.
“Oğlum sen bunamaya mı başladın. İki buçuk dememiş miydik?”
“Yok, ben üç buçuk diye hatırlıyorum.”
Dudaklarım seğirmeye başlarken “Benimle kafa yapma. Hem zamanımı çalıyorsun, hem de rahatça yalan söylüyorsun.”
“Lafına dikkat et. Kimse bana yalan söylüyorsun diyemez.”
Tam cevap verecektim ki, “Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın Melodisini” cızırtılı bir şekilde duymaya başladım. O anda Berk ve tüm Dünya benim gözümde yok oldu. Ses arkamdan geliyordu. Berk’i “Peki Abi, sen haklısın. İstersen sen şöyle bir dolaş. Ben şuraya bakacağım,” diye başımdan savdıktan sonra döndüm, bir de ne göreyim tabelasında gramafoncu yazan bir dükkân. İçeride eski plaklar görünüyordu. Hiç düşünmeden girdim. Dizili plakların kapladığı bir masa ve masanın üzerindeki bir gramafon vardı. Masada başında lacivert bere ve boynunda lacivert bir atkı olan kır saçlı, top sakallı güngörmüş bir zat oturuyordu. Beni görür görmez, “İçeri sizi şarkı çekti galiba?” dedi.
“Evet, hemen anladınız. İnsan sarraflığınızı takdir ettim.”
“Estağfurullah kardeşim, hiç anlamam öyle şeylerden. Sadece sanatçı ruhlu insanlarla karşılaşmak beni sevindiriyor.”
“Aman beyefendi iltifat ediyorsunuz. Zannettiğiniz gibi sanatsever değilim.”
Sanki elimde gizlediğim aynayı fark etmişçesine “Kendinize haksızlık etmeyin, arada aynaya bakın. O zaman sanatsever olduğunuzu anlarsınız,” dedi.
Kendi kendime “Bugün de amma tuhaf bir gün. İlginç kişilerle karşılaşıyorum. Bakalım daha neler olacak” diye düşünürken “Tavsiyenize uyacağım,” dedim ve dışarı çıktım. Berk’i dışarıda beni beklerken gördüğüm halde kızmadım. Gramofoncu sanki tüm negatif enerjimi emmişti. Berk gevrek gevrek sırıtırken “Sana çay ısmarlayayım, kendimi affettirmek için,” deyince kabul ettim. “Burada mı içeceğiz? “diye sordum.
“Yok, dışarıda. Bir yer biliyorum, gel benimle…”
Onu takip ettim. Ara sokakta bir hanın avlusunda minik bir çay ocağına oturduk. Garson tepemizde bitince çaylarımızı söyledik. Çaylar gelince, keyifle yudumlamaya başladım. Berk bir yandan kendini affettirmek için ilgi alanıma giren konulardan bahsediyor ama araya dertlerini de sıkıştırmayı ihmal etmiyordu. İçimden “Ya sabır” diyerek sorunlarını çok ciddiye almadan dinlerken çay ocağına “Dalından koparılmış elma” diye bağıran bir genç girince Berk’in soluksuz konuşmasından kurtulmak amacıyla bakışlarımı ona yönelttim. Elinde bir tepsi ve üzerine yığılmış kırmızı elmalar vardı. Hayatımda ilk kez böyle elma satan biriyle karşılaşmıştım. Üstelik elmalar o kadar iştah açıcı görünüyordu ki hemen alıp dişleyebilirdim.
“Elma, elma, elma” diye yırtınırcasına bağıran satıcı “Bu Pamuk Prensesin yediği elma değil. Rahatlıkla alabilirsin,” deyince ikimiz de kahkahalara boğulduk. Berk “Ne diyor bu böyle? Kafası güzel galiba,” deyince “Anlarız” diye karşılık verdim. Elimle genç adamı çağırdım. “Birader, kilosu kaça?”
“Bizde kiloyla yok. Taneyle satıyorum.”
“Kaç para?”
“Elli kuruş.”
Bir lira çıkartıp “İki tane versene,” dedim.
“İki tane veremem.”
“Neden?”
“Sizin gibi abilere bir elma verebilirim. Ortadan bölüp yersiniz, kardeş olursunuz.” dedi ve daha bir şey söylemeye kalkmadan bir elmayı elime tutuşturdu. Elli kuruşu verdikten sonra koşarcasına uzaklaştı. Berk’e boş gözlerle bakarken “Ne tuhaf biri? “ dedim.
“Tuhaf az bile. Balatayı sıyırmış…”
“Neyse boş ver… Biz şu elmanın tadına bakalım.”
Berk cebinden çakısını çıkarıp elmayı ortadan ikiye böldü ve yarısını bana verdi. Elmayı yedikten sonra yüzüme bakıp kahkaha attı ve “Şimdi kardeş miyiz?” dedi.
“Hadi öyle olsun. Çok lezzetliymiş yahu.”
“Hakikaten birader elma şahane…”
Çay içmeye devam ettik. Saatime bakıp “Kalkalım mı?” diye sordum.
Yüz hatları düşen Berk, güçbela “Peki,” dedi. Çay ocağından içeri girdiğimizde loşluk dikkatimi çekti. Küçücük dükkânı bir lüks lambası aydınlatıyordu. Hesabı Berk öderken, saçları dökülmüş, şişman yerinden kıpırdamayacak kadar hantal görünen mekân sahibine sordum. “Bu devirde lüks lambası, nasıl olur?
“Bal gibi olur. Çok severim…”
“Gözlerin yorulmuyor mu?”
“Yorulmaz kardeşim. Kendime mesaj veriyorum.”
“Mesaj mı?”
Alaycı bir biçimde gülümseyen çaycı “En karanlık ortamda bile seni aydınlatan bir ışık vardır diyorum kendime, acayip motive oluyorum,” dedi.
“Bir yaşıma daha girdim.”
“Daha çok yaşa girersin kardeşim. Aynaya baktıkça fark edersin.”
Küçük dilimi yutmuş bir şekilde oradan ayrılırken yolda Berk “Ağzını bıçak açmıyor, bir şey mi oldu?” dese de cevap vermedim ve “Hayat insanın karşısına ne tuhaf rastlantılar ve insanlar çıkarıyor” diye düşünerek yürüdüm.