Abdullah Küçük
abdullah.kucuk@hotmail.com.tr
Laf Lafı Açarmış
01/10/2020 Bir vakitler Türk romanlarını okuyanlar, neredeyse, sömürünün sadece köylerde olduğunu sanırlardı. Hatta romanlar, köy romanlarıyla ün salmıştı. Peki ya kentler, sanayi alanları, holdingler, çeşitli ticari kuruluşlar… Neden bunlar ete kemiğe bürünüp bir türlü roman olamamıştı o zamanlar? Kent yaşamı, illa ki duygu sömürüsü bolluğu yaşanılan konaklardaki hayatlarla mı konu edilmeliydi? Edebiyatla ilgili olanlar Kerime Nadir’i bilir. Nasıl bilmesinler, kadın kırktan fazla roman yazmış. Hepsi de kırık aşklar üzerine, bunlardan otuzunu senaryolaştırıp filmini çekmişler. Gözümün önüne, “Seven Ne Yapmaz” afişi geldi birden. Büyük bir aşkın ve fedakârlığın romanı. Aristokrat aileden güzel bir kızın, sevdiği fakir besteci ile yaşamını birleştirmek yolundaki çabalarını, iki gencin uğradığı ihanet ve düşürüldüğü tuzakların büyük bir hikâyesi… Zeki Müren’i hatırlatıyor değil mi? Sonra “Hıçkırık.” Kitabın tanıtım yazısından aktarıyorum. “Artık geri dönemezdim. Göğsünü dolduran nemli saçlarını koklamak isteğiyle başımı ona yaklaştırdım. Koluyla beni itti. Birden kızdım…” Kenan ile Nalan’ın diyalogları şöyle devam ediyor: – Nalan, dedim, senden sadece bir fedakârlık istiyorum... Görüyorsun ki, yanıyorum... – Kenan... Delisin... Normal değilsin... Seni mazur görüyorum... Fakat daha fazla ileri gitme!.. – Merhametin bu noktada kalıyor demek? Sonra bu haksızlığını anlayacaksın ve pişman olacaksın!.. – Sus Kenan! – Susmayacağım... Tek bir kere benim olacak mısın?” Kimileri Kerime Nadir için, topluma ve gerçeklere sırt çevirerek yazdığını söyler. Bir fikrim yok, hiçbir kitabını okumadım, ama romanlarından uyarlanan filmlerini sinemalarda seyretmişliğim çoktur, etrafımdaki kadınların iç çekip, gizli gizli ağlayışlarını duyarak. Kitabını okuyanlar da bir müddet sonra gözyaşlarından dolayı sayfaların okunmaz hale geldiğini söylerlerdi. Onun için, o dönemin melodramatik romanlarının bestseller’iydi diyebiliriz rahatlıkla. Kitaplarından birinin filmi oynamaya başladığında, tecrübe sahibi sinemacılar, sinema kapılarında seyirciye mendil dağıtmayı dahi düşünmüşler. Onun kitaplarından sinemaya aktarılan bir filminin devrin Cumhur reisi Celal Bayar’ı dahi ağlattığı söylenir. Kerime Nadir’in romanından uyarlanmış bir filmde, filmin başında, romancımızın meşhur cümlesini, Jeyan Mahfi Ayral’ın sesinden, sinemamızın sultanı Türkan Şoray’ın ağzından hatırlayalım. Nostalji anlamında keyif vericidir. “Geçmişe bakarken her şeye rağmen, içimde derin bir hüzün duymaktayım. Değişen dünya ile beraber kaybolan yıllarda yalnız gençliğimiz değil, sevdiğimiz hemen her şey yok olup gitti. Bu dünya bizim dünyamız bile değil artık.” Genellikle onun kahramanları aşk yüzünden verem olup kan tükürürken ölürlerdi. Şimdi artık verem kalmadığı gibi o şekil kitap yazan romancılarımız, hikâyecilerimiz de kalmadı. Gerçi post modern Kerime Nadirler var piyasada, hele onlarda biri aldı başını gidiyor, Allah yolunu açık eder inşallah. Neyse, verem dedim de oradan aklıma bir sansür olayı geldi. Hani laf lafı açarmış... Gülünç sansür anıları dinlerdik eskiden. Yazar, acaba şurası sansürlenir mi, burayı değiştirsem mi kaygısıyla hikâyesini yazarken akla gelmeyen bir cümle, bir paragraf sansüre takıldığında şaşırıp kalırmış. Lütfi Akad yönetmenimiz, ‘Beyaz Mendil’ adlı bir film yapar. Eser Yaşar Kemal’e aittir. Filmin kadın kahramanı verem olur. Demek ki verem konusuna Yaşar Baba da dâhil olmuş. Gerçi verem yerli-yabancı tüm edebiyatçıları beslemiştir. Neyse, derler ki “Çam havası vereme iyi gelir.” Esas oğlanımız Fikret Hakan’dır, tabii kızın sevgilisi. Derhal bir çam ağacı söküp kızın evinin avlusuna diker (Nerede şimdi böyle sevgililer?) Çam yaşarsa kız da yaşayacaktır. Ancak çam kurur, kız ölür. Sansürcüler tam da burada devreye girerler. Film yasaklanır. Söyledikleri şu: “Çamın kuruması Türk topraklarının mümbit olmadığı zannını uyandıracağından filmin reddine.” Laf eskilerden açılınca gerisi geldi, on dokuzuncu yüzyılın bazı romanlarında 35 yaşındaki insanlara yaşlı gözüyle bakıldığını anlıyoruz. Mesela İtalo Svevo’nun Senilita romanı buna örnektir. Oysa bizim Tarancı şiirinde, “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” demişti. Günümüzde seksen yaşında ölenlere dahi “Yazık, daha gençmiş” denildiğini düşünecek olursak, anlayışların zamanla nasıl değiştiğini anlıyoruz. Laf lafı açması böyle bir şey, İtalo Svevo deyip onun o muhteşem ötesi ‘Zeno’nun Bilinci’ adlı romanını anmamak olmaz. Bir yazarımızın, o roman için, ‘iki eliniz kanda dahi olsa mutlaka okuyun’ demişti. Bir romanın diğerlerinden farkını roman bittiğinde anlarım, şöyle ki; eğer yoğun şekilde içimi derin bir hüzün dalgası ya da düşünce sarmışsa ve bazı sayfalarını açıp tekrar, tekrar okuyorsam, bu o romanı sevdiğimin göstergesidir. ‘Zeno’nun Bilinci’ bittiğinde öyle olmuştum. Roman, ilginç şeyler katmalı bilinç dünyama, şaşırtmalı, arasına ayracı koyup üzerinde düşündürtmeli, bazen nefes nefese bir aksiyon filmi seyredercesine sayfaları çevirtmeli, bazen de itiraz ettirmeli, arada neşelendirmeli, hatta bazı bazı kahkaha attırmalı... Çeşit çeşit romanlar olduğu gibi çeşit çeşit romancılar da var, okuyucusunu kandıran kurnaz yazarları bilirim. Bunlar daha çok polisiyelerde kendilerini gösterir. Okur katili bulamasın diye on takla atıp, ipin ucunu kaçırırlar. Geçenlerde Alein Kentigerna’nın bir polisiye-gerilim romanını okuyorum, yazarın anlatımı güzel, sürükleyici, iyi satar polisiyeleri, ancak okuduğum polisiyesinde öyle aşırıya kaçmıştı ki katilin bilinmemesi için, ‘bunu bulurlar, olmaz, bu da olmaz’ diye, diye, en sonunda, ‘bu kadarı da olmaz’ dedirtmişti. Neyse, kitabın adını verip, okuyacak olanları yanlış yönlendirmeyeyim. Polisiye deyince Agatha Christie’i anmamak olmaz. Agatha Christie romanlarından biri için (Beş Yirmi beş), Roland Barthes der ki; “Olay örgüsünün gizemini, anlatı kişisi üstünde bir aldatmacaya başvurarak korur…” devamını yazmıyorum, aynı sebepten dolayı, okuyacak olanlara tiyo vermemek... Bir de Sciascia gibi kurnaz ama dürüst yazarlar vardır, muhterem yazdığı bir roman için, mealen şöyle diyor; “…anlatı tekniğinden dürüst sayılmayacak bir biçimde, bir kandırmaca olarak yararlanıyorum, okurun kitabı bırakmasını engellemek için polisiye tekniğine atlıyorum.” Kurnazlığa bakar mısınız, kitaptan sıkılıp ya da düş kırıklığına uğrayıp, yarıda bırakmayalım diye olaya polisiye örgüsü sokuşturmuş. Bunun adına da ‘polisiye, olmayan polisiye’ demiş. Ama itiraf etmeliyim; kitabın içine toplumsal gerçeklikleri, tıpkı yemeklere katılan sos misali öyle hoş dağıtmış ki, güzel bir tat çıkmıştı ortaya… Akıllıca bir kandırmaca, üstelik dürüstçe. Geçelim. Hani şöyle bir söz vardır; polis romanları genellikle bir kez okunur, “düğümler” çözülünce roman ilginçliğini yitirir. Bana göre, polis romanı tekniği kullanılarak yazılmış bir polisiye muhakkak ikinci kez okunmalıdır, çünkü ilk okumada o kadar çok şey gözden kaçırılır ki ‘katil kim acaba’ merakı yüzünden, ayrıntılardaki ipuçları dahi fark edilmez. ‘Laf lafı açarmış demişsin de, çorba etmişsin be birader,’ sesleri gelmeden, hadi eyvallah..! |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Ev Hapsi Günlerinden - 02/09/2021 |
Salgının kısıtladığı günlerde... |
Kitap Korkusu - 18/06/2021 |
Kitap korkusu öyle azımsanacak bir korku değildir... |
Sanatçıya Nasıl Bakılmalı - 25/05/2021 |
Necip Fazıl Kısakürek Anısına |
Ne Söylediğin Değil, Nasıl Söylediğin Önemlidir - 11/05/2021 |
Hayırlı bayramlar... |
Romancılar İçin Tarih Bilgisi Şart Mıdır? - 09/04/2021 |
Tarih bilgisi ve nesnellik |
Kabullendiğimiz Fikirler Kendimize mi Aitler? - 12/03/2021 |
Otobüste Unutulan Dergi |
Şaşmak Şaşakalmak - 10/02/2021 |
Şaşırmak-şaşırmamak, şaşmak-şaşmamaktan başka bir şeydir. |
Yazar mı? Yazan mı? - 22/01/2021 |
Mesele, biz yazalım, siz okuyunuz meselesi midir? |
Memleket Hikâyeleri - 30/12/2020 |
Refik Halit Karay |
Devamı |