Abdullah Küçük
abdullah.kucuk@hotmail.com.tr
Sanatçıya Nasıl Bakılmalı
25/05/2021 İstanbul’dan Ankara’ya tüm dönüşlerim kahırlı olur. Çünkü geride bıraktığım kente aramda platonik aşk hiç bitmez. Bu kahır yetmezmiş gibi İstanbul’dan Ankara’ya berbat bir soğuğun olduğu Cuma günü ikindi vakti geldim. Akşama doğru hava düzeldi, aralıksız yağmur başladı. Yukarıdaki paragraftan anlaşılacağı üzere ‘hava ayaz mı ayaz’ durumundan hoşlanmam ama kar veya yağmur fark etmez, yağışlı havalara bayılırım. Bir de yağmur yağdığında bizim Remzi’nin kahvehanesinin tahta sandalyeleri oturulamayacak hale gelir. Çünkü Remzi her cuma akşamı kahvesinin sandalyelerini, masalarını dışarı çıkarır, kahvenin içini güzelce paspas ettirir. Kahvesini cumartesi kalabalığına hazırlar. Dolayısıyla sandalyeler yağmurda ıslanır, daha sonra silinseler de uzun bir süre nemli kalırlar. Cuma akşamları yağmur yağmamışsa cumartesi sabahları kahvaltıdan sonra Remzi’nin kahvesine gider, dostlarla iki saat muhabbet eder, eve dönerim. Bu durumda, yani nemli sandalyelerde oturamayacağım için şehirlerarası otobüste okumaya başladığım Ian McEwan’ın ‘Amsterdam’da Düello’ romanını yarım bıraktığım yerden okuyup bitirdim. Romanı, Beyoğlu’nda salına salına gezerken bir kitapçının vitrininde görmüş, adını ilginç bulduğum için girip almış ancak beklediğim düellodan farklı bir düelloyla karşılaşmıştım. Soğuk bir şubat sabahı iki eski dost, Molly Lane’e son bir saygı gösterisinde bulunmak üzere onun cenaze töreninde buluşurlar… Bu iki kişinin ortak noktası, bir zamanlar Molly’nin aşığı olmalarıdır. Ancak Molly, bu ikisiyle de, kocasıyla da yetinmemiş, Başbakan adayı olan, sağ eğilimli, tutucu Dışişleri Bakanı ile de ilişkiye girmiştir. Meğer ‘Amsterdam’da Düello’ adı, Molly’nin cenazesinde buluşan bu iki eski dostun arasında ahlâksal bir düello başlaması nedeniyle seçilmiş. Kitabın arka kapağındaki tanıtıcı yazısında da belirtildiği gibi, roman, özel yaşamın gizliliğinin ve basının bu gizliliğe girmesinin bir kara mizah dokusu içinde başarıyla işlenmiş. Her neyse, niyetim roman yorumu yapmak değil, arka kapak kitabın analizini yeterince yapmış. Ian McEwan İngiltere’nin en saygın edebiyat ödülü olan Booker Ödülü’nü bu romanıyla kazanmış. Gece Remzi’nin kahvesinden (akşam sandalyeler kurumuştu) kulağımda kulaklıkla eve yürürken Selda Bağcan’dan ‘Bu ataşı söndüremem’ türküsü dinledim. Bazen bir türkü ya da şarkı dilime takılır, söylemeyi beceremem, o vakit cep telefonu imdadıma yetişir, tekrar tekrar aynı türküyü dinlerim. “Aşkın ile cehennemde cayır cayır yanacağım...” İnsan hafızasının ne yapacağı belli olmuyor, o günün 25 Mayıs olduğu aklıma geldi. Aslında önemli günlerin tarihlerini asla aklımda tutamam ama 25 Mayıs 1983 tarihini hiç unutmam. Nerden nereye, hakikaten hafıza acayip bir depo, inanılmaz. Yıllar yıllar evvel, develer tellal, pireler berber iken ben üniversitede bir talebe iken kampüste bir kız çimene oturmuş için için ağlıyordu fakat ne ağlama, insanın yüreğini parçalarcasına. Kızla aynı bölümdeydik ama hiç konuşmamıştık. Huyum olmadığı halde, ‘sana ne salak’ demesini göze alıp, yaklaşıp, ‘oturabilir miyim’ demiştim. Burnunu çeke çeke tabii işareti yapmıştı. Sevgilisi tarafından terk edilmiş diye düşünürken “Duymadın mı?” dedi suçlarcasına. “Neyi” dedim. Bakışlarında küçümseyici bir ifade belirdi, “Necip Fazıl öldü.” Kız meğer Necip Fazıl’ın ölmüş olmasına ağlıyormuş. Şöyle bir düşündüm de hayatımın o dönemine kadar öldükleri için hiçbir yazara, şaire, değerli bir şahsiyete ağlamamıştım. Öldükleri için üzüldüğüm birileri olmuştu, onlar da çevremizdeki tanıdıklardı, fakat lise arkadaşlarımdan üç kişinin öldürülmeleri beni fazlasıyla etkilemiş, epey gözyaşı dökmüştüm (onları bir yazıya konu edebilirim belki), sonra mahallemden bir kızın ani ölümü… Her neyse, henüz gençtim, aile büyüklerimin tamamı sağdı. Derken hafıza denen acayip şey aklıma şarkıcı Esengül’ü getirdi. Onun bir gazinoda vurulup öldürülmesine fazlasıyla üzülmüştüm, zira o dönemler onun kasetleriyle yatıp kalkıyordum. Gene de Necip Fazıl Kısakürek’in ölümü için yere oturmuş iç çekerek ağlayan bir kız görmek tuhafıma gitmişti. Mümtaz Soysal’ı bilirsiniz. Memleketin önemli ve değerli şahsiyetlerinden biriydi. Bir dönem dışişleri bakanlığı da yapmıştı, ülkemizin sağ-sol yapılanmasında hep solda kalan Mümtaz Soysal aynı zamanda Milliyet Gazetesinde uzun süre köşe yazarlığı yapmıştı. Bakın rahmetli Mümtaz Soysal, ‘Dil Şahitleri’ başlıklı yazısında nasıl bir ders vermişti hepimize. “Necip Fazıl’ın kavgalarına kızabilirsiniz, tutkuları konusunda farklı değer yargılarınız olabilir. Ama hiçbir şeyini sevmemiş olsanız bile, Türkçeyi sevdiğiniz için onun şiirini de sevmişsinizdir. (…) Bir dili kuyumcu gibi işleyip dudaklarda ölümsüzce gezdirmek kolay iş değildir. (…) Onun içindir ki, dünün büyük şairi Necip Fazıl gibi, geçmiş yılların bütün unutulmaz şiirleri de, yaşamlarını ve kavgalarını ister beğenelim ister beğenmeyelim, bir uçtan öbür uca, Ahmet Haşim’den Orhan Veli’sine, Mehmet Akif’inden Nazım Hikmet’ine, Türk dilini çalındıkça büyüyen güzel bir senfoni oluştururcasına işleyip kendilerinden sonrakilere aktardıkları için hep saygıyla anılmaları gereken ortak değerlerimizdir.” İşte, bir sanatçıya nasıl bakılması gerektiği böyle gösterilebilir. Nokta. |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
Ev Hapsi Günlerinden - 02/09/2021 |
Salgının kısıtladığı günlerde... |
Kitap Korkusu - 18/06/2021 |
Kitap korkusu öyle azımsanacak bir korku değildir... |
Ne Söylediğin Değil, Nasıl Söylediğin Önemlidir - 11/05/2021 |
Hayırlı bayramlar... |
Romancılar İçin Tarih Bilgisi Şart Mıdır? - 09/04/2021 |
Tarih bilgisi ve nesnellik |
Kabullendiğimiz Fikirler Kendimize mi Aitler? - 12/03/2021 |
Otobüste Unutulan Dergi |
Şaşmak Şaşakalmak - 10/02/2021 |
Şaşırmak-şaşırmamak, şaşmak-şaşmamaktan başka bir şeydir. |
Yazar mı? Yazan mı? - 22/01/2021 |
Mesele, biz yazalım, siz okuyunuz meselesi midir? |
Memleket Hikâyeleri - 30/12/2020 |
Refik Halit Karay |
Stephen King - 15/12/2020 |
Kabuslar Pazarı |
Devamı |